|
DÜNYANIN UCUNDAKİ FENER (Arka Pencere)4. Bölüm: Doğum günü (Karanlık parktaki ıslak çimenler) | 5. Bölüm: Çocukluk yaraları ve demir perde
1. Bölüm: BİR FANTEZİNİN DOĞUŞ HİKAYESİ (Cam dağının billur sarayındaki prenses… Kar küresinin tutsak kraliçesi… Küçültülüp biblo saraya konan kadın…) Kendi kendimi eğlendirme saatlerimin bir numaralı fantezisi şık bir mekana hapsedip, özenle bakacağım minik bir sevgilidir. Sadece benim ulaşabileceğim sarayında oturup, sadece beni bekleyecek mini-mini, narin bir prenses… Bu arzum doğal olarak sadece cinsel fantezi sınırları içinde kalmıştır; çünkü öncelikle gerçek bir büyücü olsam da bir kadını küçültecek gücüm yoktur. Ayrıca bir kadını -kendi isteği ile olsa da- altın kafes benzeri yere hapsederseniz, dört bir yanını hazinelerle bezeyemeseniz de, en azından her ay 1.00 karat pırlant mücevher almanız gerekir. Oysa benim yetenek kadar cüzdan da zayıftır. Peki, ya her iki açıdan da güçlü olsaydım? Sadece benim olmak isteyen bir kadını küçültüp onu bir çeşit wishful captive'e çevirir miydim? Sizce? Fantezimin gerisinde doğaldır ki öncelikle ruhumdaki aşırı baskın sado-mazohizm eğilimi vardır. Ama neden altın kafes? Neden saray? Neden küçültme? Bunların sorumlusu çocukluğumda beynimde yapılanmış alanlardır. Köklü, zengin ve seçkin bir ailenin tek çocuğu olarak büyüdüm. Bir şeye sahip olmak için parmağımla işaret etmem yeterliydi. Giysi, yiyecek, oyuncak, kültür, bilgi yüklü bir ortamda tek şeyden uzaktım: Özgürlükten. Küçük prensi olduğum bu dünyada kendim olmaktan başka her şey mümkündü. Bir gün bu duruma isyan ettim. Bana zorla giydirilen şık kıyafetleri gardıroptan yere fırlattım; bağırıp ağlamaya başladım. Beni teskin eden çok sevdiğim (taparcasına sevdiğim desem abartmış olmam) üvey annem oldu. (Canım üvey anneciğim BURÇLARDAN GELEN ENERJİ: BURÇLAR, ELEKTROMANYETİK ETKİLERİ VE KARAKTER -Bir Hipotez adlı kitabımı ithaf ettiğim astronomdur.) Ne dedi, ne yaptı hatırlamasam da, aklımda kalan tek şey, ruhumun benzersiz bir güven ve huzur duygusu ile dolmasıydı. Beni kollarına alıp odama taşıdı, yatağıma yatırdı ve her gece olduğu gibi bir masal okuyarak uyuttu. Olayın ertesi günü bana bir kar küresi armağan etti. Hani cam kavanoz gibi bir şeyin içinde bir figür olur da, baş aşağı çevirip salladığınızda zemindeki kar taneleri havalanır, kar yağma efekti oluşturur; onlardan… Kürenin içinde başında buz kristallerinden yapılı taç olan bir kraliçe vardı. Üvey annem "Bu Karlar Kraliçesi" diye konuştu. "Birlikte karlar ülkesine yolculuk yapabilirsiniz." Ben ise küçümseme ile "Kraliçe küre içinde hapis; ben de bur'da… biz bir yere gidemeyiz" diye itiraz ettim. Üvey annem ise "Düşlerinle her yere gidebilirsin canım" dedi ve ekledi "Kimse düşlerini hapsedemez. Hem böylece onu da küreden çıkarabilirsin". O zamanlar klasik bale eğitimine yeni başlamıştım. Bale derslerini çok sevdiğim için geceleri yatınca odanın tavanına bakar, yine stüdyoda olduğumu düşünür, kartonpiyerlerin ortasını sahnem yapar dans ederdim. Kar Kraliçesini her kurtarışımda karlar ülkesinde kaçmadık, ama sanal "tavan stüdyomda" çok dans ettik. Üvey annemin okuduğu masallar içinde en sevdiğim Cam Dağı adlı masaldı. Masal, camdan bir dağ tepesinde, billurdan yapılı pırıl-pırıl bir sarayda tek başına yaşayan bir prenses hakkındaydı. Onunla evlenmek isteyen tüm serüvenci prensler o dağa tırmanmaya çabaladıklarında kayıp düşüyorlar, ışıltılı saraya ulaşamıyorlardı. Günün birinde misafirliğe gelen bir tanış armağan olarak büyükçe bir abajur getirdi. Porselenden yapılı bir saray şeklinde olan bu lambanın içinde ışık yanıyor, bu ışık pencerelerden dışarı taşıyordu. Onu görünce beynimde bir flaş patladı: Cam Dağındaki prensesin billur sarayıydı bu! Sarayın odalarının birinde prensesin de oturduğuna emindim. Lambayı odama almak için bizimkilere yalvardım, ama -odamın herc-ü merci içinde lambanın kısa sürede minik parçalara ayrışacağını tahmin ettikleri için- isteğimi geri çevirdiler. Okumayı öğrenmemin ardından ilk okuyup bitirdiğim kitap Mary Poppins'di. Bu masal ile beyin bilgi bankama bir tutsak kadın daha eklendi; çünkü sihirli mürebbiyenin kendi gibi garip bir akrabası ev sahibesini ufaltıyor, bir biblo saraya yerleştiriyor ve ona her gün bir tavus kuşu dolması veriyordu.
O pırıl-pırıl fenerin sahibesi yalnız kadın bana aitti. Sadece beni seviyor, sadece beni bekliyor, ona gittiğimde kendisine istediğim her şeyi yapmama sadece izin vermiyor, üstelik bunu istiyordu da.
Daha sonraki yıllarda -geçen zamanla Amerikan sinemasındaki giderek artan berbatlıktan büyük pay almış- bir diğer film izledim. Boxing of Helena. Kimseye izlemesini önermem, konusundan da söz edecek değilim. Ancak oradaki bir sahne beni resmen "çarptı". Hemen bir açıklama yapayım: O pis filmdeki beni çarpan sahne beynimde olumlu yöne evrildi. Sahnenin derinlerindeki -ama çarpıtılmış- mesaj beynimde deşifre oldu ve kendi özgün hali ile silinmemek üzere yer etti: Bir tahtta çıplak bir kadın… Çevresi güzelliğini betimleyen, şıklaştıran, onurlandıran çiçeklerle çevrili… Ama o hareketsizlik içinde. Sahipliğini verdiği erkeğinden her ne gelirse -boyun eğmiş halde değil- istekle kabullenmiş biçimde, ümit ve arzu ile beklemede… İstediğim her şeyi yapabileceğim ve bundan zevk alacak, bunu özleyecek, benimle bulduğu için mutlu olacak; yolunu tek benim bildiğim -belki de dünyanın ucunda olan- pırıltılı bir köşkte sabırla beni bekleyecek hareketsiz bir kadın… Tabidir ki bu hayalimin yarısını değil, yarısının yarısını bile realize edebileceğim bir hanımla tanışamadım. Benim kültürümdeki (yani tanışma ortamındaki) hanımların isteyerek ifa ettikleri büyük jestleri hesabın yarısını ödemek, benim geleceğimi söylediğim gecede Girls night out'tan vazgeçmek, doğum günümde oryantal çağırmak benzeri eylemlerdi. Oysa bu şık özveriler benim "arzular" listeme uzaktan yakından erişemedikleri gibi, beynimde düş kırıklığı yaratıyorlardı. Ben konsensus içinde paylaşacağımız bir "Efendi ile tutsak ve boyun eğen kraliçe" mizanseni aramaktaydım. Önceki evim, şimdiki yaşadığım ev kadar olmasa da çok güzeldi. Salonunun penceresinden bakınca bir yanda -bir arkadaşımın değimi ile- "botanik bahçesine" benzeyen park, ilerde cıvıltılı cadde ve karşımda arka pencereleri benim daireme bakan apartmanlar görülmekteydi. Yıllar yıldır saat tam 18:00de dünya (yani çalışmalarım) durur, evdeysem şarabımı ya da biramı açar, güçlü kulaklıklarımı takar, pencere önünde yerimi alır, Janus 722 sitesi işleri, araştırmalarım, yazılarım ile yorgun düşen gözlerimi ilerilere bakarak bir saat boyunca dinlendiririm. (Söylememe gerek yok; bu süreç dans egzersizlerim ile ağrıyan bedenime de iyi gelir.) Programımda o kadar dakiğimdir ki, karşı penceredeki komşular benimle saatlerini ayarlayabilirler. Eski evimde de aynı alışkanlığı sürdürmekteydim. Kış gelip günler kısalmaya yüz tuttuğu için akşam saat 6'da lambaların yanmaya başladığı zamanda bir gün tam karşımdaki apartmanda ışıklı bir daire dikkatimi çekti. Daire değil aslında, camlarla kapatılmış bir balkondu gözüme takılan. İçerde ise uzun sarı saçlı bir genç kız zıplaya-zıplaya diyebileceğim enerjik hareketlerle oraya buraya gidiyor geliyor, sonra balkonun bir yanındaki masa başına geçiyor, bir şeyler yapıyordu. Ertesi akşam -gün boyu boş kalan balkon- yine ışıldadı; kız benzer şekilde davranmayı sürdürdü ve bu düzeni her akşam neredeyse atlamadan devam ettirdi. Bu kadar metodik olması nedeni ile gözlerim doğal olarak balkondaki kızı incelemeye koyuldu: Kimi zaman yanında bir kız arkadaşı olsa da, genelde yalnızdı. Ben -yine dakikliğimden ödün vermeden- saat tam 7'de pencere önünden ayrılsam da, o gece geç saatlere kadar balkonda kalıyordu. Gördüğüm kadarı ile minik ve ince bir bedeni vardı. Hoş bir çeviklik ile hareket ediyor, eğiliyor, kalkıyor, sonra önündeki iş her ne ise bir süre ona dalıyor, ardından yerinden kalkıp yine o şirin, canlı hali, cıvıl-cıvıl hareketleriyle balkonu arşınlamaya başlıyordu. Mevsim kış olduğu halde giysileri -ikimizin dairesi de en üst katta olduğu halde, belden aşağısını görmesem de, en azından üst bölümü- dekolteydi. Sürekli iri göğüslerini sıkıca saran ya askılı, ya da straples bluzlar giymekteydi. Bilekleri ise şıngırdadığına emin olduğum bileziklerle doluydu. Üstelik kulaklarında benim gibi kulaklıklar vardı. Sadece müzik dinlemekle kalmıyor, bazen kendinden geçip dinlediği parçaya başını zarif hareketlerle sallayarak, kollarını görmediği bir sevgiliden bir şeyler istermişçesine öne uzatarak eşlik ediyordu. Sonunda bir gün, belki de şarabı fazla kaçırmam yüzünden, dikkatini çekme isteği ile doldum. Farkına varılmak adına yatak odama gidip slacklerimi çıkarttım, hiç üşenmeden gardrobumda itaatle beni bekleyen ütülü gömleklerimden birini giyip, kravatımı taktım (mükemmellik detayda gizlidir; tembeller nal toplar), yani savaş zırhımı kuşandım. Takım elbise ve kravatın (hele ki kol düğmelerinin) kadınların dikkatini çekme konusundaki gücünü yıllar önce öğrenmiştim. Kendimi de (tüm bilgilerimi A-Stil İmaj Kursu: İmaj seçimdir. Hem seksi, hem hızlı, hem de bir beyefendi olabilirsiniz adlı bir kitapta toplayacak kadar) "işin ehli" görmekteydim. Eski moda (daha doğrusu "eski devirden kalma" ) bir adam olduğum için kadınları hala "klark çekerek" etkilediğim inancım vardır. Bu yüzden elime bir sigara alıp kış günü balkona çıktım ve sigara içmeye koyuldum. 2. ya da 3. günde (aradan birkaç yıl geçtiği için tam olarak anımsayamıyorum) beni fark etti. İrkildi önce… Delici bakışlarımdan biraz rahatsız oldu, ne yapacağını şaşırdı. (Anlayacağınız gibi, kendimi kasmış, delici olarak nitelediğim şekilde bakmaya çabalıyordum. ) Ancak beden dilindeki artan kıvraklık ve hareketler skalasındaki sayıca artış onu etkilediğimin göstergesiydi. Kısa sürede bakışmaya başladık. Bundan sonra soğukta balkonda çaktırmadan titreyerek sigara içmeme de gerek kalmamıştı; çünkü artık pencere gerisinde otursam da (yani aramızda ikinci bir cam bariyeri olsa da), bana göz atıyordu. Akşam 6-7 dinlence saatlerim farklı bir heyecan kazanmıştı. Öyle ki dışarı çıkmaktan vaz geçip, bu saatlerin gelmesini bekler olmuştum.
Büyük bir düş kırıklığı yaşadım. Duygularımın nedenini lütfen genç kızlara düşkünlük şeklinde algılamayın, çünkü daima olgun hanımları yeğlemiş, genç kızlara ise sahip olamadığım kız çocuklarıma duymayı özlediğim şefkati duyabilmişimdir. Ancak beynimdeki -akşamları doğan ve kısa sürede batan Venüs gezegeni gibi- bir saat süren görsel şölenin var ettiği alan öylesine tar-u mar olmuştu ki, bu beyinsel yıkımdan rahatsız olmamak da zordu. Yapılacak tek şey acele ile olay yerini terk etmek, yani fertiği çekmekti. Oradan -belki beni tanır korkusu ile- kaçarcasına uzaklaştım.
Kaderin cilvesi mi dersiniz, aynı semt insanı olmamıza mı bağlarsınız bilemem, bir süre sonra, bu kez marketin içinde, karşıkarşıya geldik. Beni hemen tanıdığını yüzüne yayılan geniş tebessümden anladım. Artık kaçmam olası değildi. Ben de gülümseyerek selam verdim, rahat bir tavırla yanına gidip, sıcak ama ciddi şekilde, sanki önceden tanışıyormuşuz gibi hatır sordum. Anında diyebileceğim sürede akıcı bir diyalog başlayıverdi. Uzunca bir süre ayaküstü sohbet ettik. Birbirimizi market ortasında yakından tanıdık. Anlattığına göre heykeltraştı. Işıltılı balkon atölyesiydi. Ve evliydi. Beyi İstanbul dışında görevli olduğu için kızı ile yaşamaktaydı. Arkadaşı sandığım kız kızıydı! Evet; yaşlıydı… Ama gerçekten gençlik enerjisi ile doluydu. Balkonda izlediğim capcanlı beden dili yapay değildi, her yanından gerçekten hayatiyet fışkırıyordu. Sürekli gülümser bir çehre ile konuşuyor, bazen kahkaha atıyor, bazen küçük bir çocuk gibi kikirdiyordu. Üzerinde ise bir jean mini etmek vardı! Onun yaşında kadınların giymeyi pek düşünmeyeceği kadar teenager bir model… Beynim kısa sürede onun yaşını algılamamaya koyuldu. (İnsanlar bizi, bizim kendimizi aynada gördüğümüz halde, yani reel sandığımız fiziksel özelliklerimize görmezler. Beyindeki görüntü olarak adlandırılan algılama, kişinin kendini sunuşu, yani -konuşma tarzından, beden diline dek uzanan bir skaladaki kalemler sonucu meydana gelen- "enerjisi" ile var olur.) Konuşmamızın sonunda bana telefonunu verdi. O günden sonra akşam sürecimiz değişti… zenginleşti. Bakışıyor, Whatsapp'ten yazışıyor, birbirimize müzik parçaları yolluyorduk. Onu tanıdıkça canlılığının reel olduğuna, yani "hal ve gidişinin" gençleşme arzusunun maskesi olmadığına ikna oldum. "Yaşlı" dedikleri kadar süre yaşamış olsa da gerçekten (özentisiz, riyasız) gençlik enerjisi ile doluydu. Bir çocuk kadar saf ve şendi. Ama çok seksiydi de… Giysileri de hep dekolteydi. Sokakta genelde miniliydi. Balkonda ise kimi bayrak kırmızısı, kimi simsiyah, kimi bembeyaz askılı ya da straples bluzları… ve de o mini şortları… Bacaklarını nereden gördüğümü merak edenler için açıklayayım: Arada camları kural olarak mini şort ve straples bluzla silmekteydi. Pencere pervazına basan ayaklar ve böylece nice heyecanlı dakikalar vaat eden görüntüler… Camların üst bölümlerine ulaşmak için uzanan bedenin hükmünde bir karış yukarı sıyrılan penyelerle gözler önüne serilen göbek… İzlediğim diğer güzellikleri sizin düş gücünüze bırakayım. Diğer yandan da insanın aklını başından alan bir fettanlığı da vardı. Akşamları yaşadığımız balkon-flörtü saatlerinde ilgim başka yerde olunca (bakışlarım onda olmayınca), balkonunda gidiyor, geliyor, eğiliyor, doğruluyor, saç uçuruyor, popo sallıyor… dikkatimi çekiyor… ama benim bakmamla bir süreliğine ortadan kayboluyor, gözlerimi ışıltılı balkonuna mıhlıyordu. Ayrıca bir erkeği en mutlu edecek huylardan birine sahipti: Beğenilmek için sözümü dinliyordu. Örneğin atkuyruğu yaptığı saçlarının titremesinin aklımı zıplattığımı söyleyince atkuyruğunun yüksekliği ve salınım miktarı artmış; kıvır kıvır saçlarını -belki de riske atarak- dümdüz yapmıştı. Yatacağım zaman yeniden pencere önüne geçer, odanın ışıklarını kapatır, ona bakarak kendimi okşar ve rahatlatırdım. Sözde bu işi gizliden gizliye, karanlıkta yapmaktaydım. Aslında "sözde" sözcüğü pek gerçeği yansıtmadı; çünkü başka pencerelerden bakanların beni -karanlıkta kaldığım için- fark etmeleri çok çok zordu. Ancak parkın dev ışığı yan taraftaki camlardan beni aydınlattığı için dikkatle, bilerek benim daireme bakanlar ne yaptığımı -karine ile de olsa- anlarlardı. Onun ise çaktırmadan sürekli beni kontrol ettiğini biliyordum. Zaten bu anlarda şarkı söylerken yaptığı el kol hareketleri de, saç uçurmaları da, yerinden kalkıp zıplaya hoplaya balkonu dolaşması da doruğa varırdı. Genelde parkta buluşuyorduk; evime gelmeğe razı edemiyordum. Gerçek kimliği o fettan hali ile ilgisizdi. Dürüsttü. Sadıktı. İyi yürekliydi. Eskort olduğumu söylediğim için, ondan asla bir şey talep etmesem de, ürküntü ile minik armağanlar verir, sonra yanlış bir şeyler yaptığına eminmiş gibi "çam sakızı, çoban armağanı" sözleri ile özür diler bir ruh hali içine girerdi. (Bu gün hala onun armağanlarından biri olan, üzerinde Atatürk'ün adı yazan bardakla çay içmekteyim. Hatta şu anda, ben bu satırları tuşlarken, o bardak hemen yanımda, yarısı çayla dolu şekilde yudumlamamı beklemekte.) Ve gerçekten nice genç kızdan daha enerjikti. Bir keresinde park randevularımıza geç kaldığımda onu hoş ve şık kılıklar içinde olsa da spor aletlerini kullanırken buldum. O ise beni görünce sanki yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk gibi kahkahalara boğulmuştu. Şenliği beynindeki pozitif enerjisinden gelmekteydi. O kadar yoğun bir pozitif enerjiydi ki bu; ciddi bir rahatsızlığı için gittiği kontrollardan döndüğünde, halini-hatırını soruduğumda yaşadıklarını son derece komik benzetmelerle anlatabilmekte; Corona'ya yakalandığında değişen sesini alaya alarak gülebilmekteydi. Ondaki bu pozitiviteyi bir pozitif enerji eğitmeni olarak görmemem ve takdir etmemem olanaksızdı.
Ama kabul etse bile önceden yaptığı gibi itiraz edebilir, evine dönebilirdi. Evine dönmedi.
Ancak bir dipnot düşeyim: Ondan cinsel bir talebim olmayacağı hakkında söz vermiştim. Belki de buna güvendi.
Birlikte, kapalı bir mekanda olduğumuz bu buluşma doyumsuz geçti. Önceden denemediğim bir ortamdı bu. Dostlukla karılıydı. İnanılmaz eğlenceliydi. Hayatımda belki de ilk kez, cinsellik ikinci planda kalmıştı. Minik bir oğlanken yaşadığım iki unutulmaz, büyülü aşkımla, Feride ve Nesrin ile (isimler gerçektir) yeniden birlikte gibiydim. Efendi (BDSM MAster'ı) olmaya başlamadığım zamanlardan kalan bir safiyet… ve benzersiz bir hafiflikle yüklü, doyumsuz bir rahatlık. İçerikte kesinlikle mebzul miktarda cinsellik dalgalanmaları bulunsa da, ne ben Tarzan'dım, ne de o Jane... Konuştukça konuştuk. Gülüp durduk. Lafımız bitmiyor gibiydi. Konularımız ise sudan-selden ve komik şeylerdi. Hiç aram olmasa da Muazzez Ersoy parçaları dinledik, birlikte şarkıcıya eşlik ettik. Çalmakta olan müziklerle dans ettik. Oysa tabidir ki her şey bu kadarla kalmadı. İlerleyen saatlerde cinsellik hakkında verdiğim sözümü tutamadım. Çok kısa süre sonra -belki de bu yüzden- bana bir daha gelemeyeceğini, onun sözleri ile "bunun her ikimiz için de doğrusu ve güvenlisi olduğunu" söyledi. Açıklamasına göre yaşadığım apartmanda "kapı karşı komşum" hanım minibüste yanına gelmiş, kendini tanıtmış, "Çok tatlısınız balkonda; size bakıp mutlu oluyoruz" mealinden bir laf etmişti. Daireme girerken görülmesi ikimiz açısından da tehlikeliydi. Yalana gerek yok, birlikte geçirdiğimiz zamanı çok aradım. Neşe içinde "Ben çılgın oynarım" diyerek ayakkabılarını ayağından fırlatıp, kollarını havaya kaldırarak teknikten bütünü ile yoksun, ama içtenlik ve canlılık dolu dansını izlemeyi… Çok ısrar ettim gelmesi için. Çok uzun süre hem de… Hiç alışkanlığım olmasa da… Kimsenin peşinde koşmam ben. Bu huyumun nedeni kendini beğenmişlik hiç mi hiç değil, deneyimdir; çünkü yarım asırdan fazla ağırlıklı olarak flört ve cinsellik ortamında (hatta neredeyse sadece flört ve cinsellik ortamında) yaşamış biri olarak öğrenmişimdir ki, peşinde koşulan kimseler elde edilebilecek olsalar bile, ilişki ölüdür… tıpkı "Hayvan Mezarlığı" adlı filmde canlanan hayvanlar gibi. İlişkiyi şen kılan, doyumlu kılan, canlı kılan, her iki tarafın da ortak isteğidir. İsteği -bence- çaba ile var edemezsiniz. Bunu bildiğim halde ısrar ettim. Cinsellik peşinde olmadığımı, ancak gencecik ve delişmen bir kızla yaşanabilecek o eğlence ve neşe dolu anları özlediğimi anlattım. Kararından döndüremedim. Kesinlikle şuh bir yanı olsa da, ihanet etmeyi doğal görebilecek bir karakteri yoktu. O sekse değil, eğlenceye, gülmeye, beğenilmeye, onu çekici bulacak erkek ilgisine muhtaçtı. Vajinasına penis girmesi olayı ile alakasızdı; sadece ataerkinin soldurmakta olduğu ruhuna yakıt aramaktaydı, pek çok yaşıtı evli kadın gibi. Çok daha açık olayım: Canlı, canlı sokulduğu mezarda ölmek istemiyordu. Bir gün bana -yine gülerek- "Ben fosil oldum" demişti. Oysa kelimeler değil, söyleyiş tarzının gerisinde "Fosil olamamak için her şeyi yapardım, ama oldum" anlamı vardı. Bir daha evime gelmeyeceğini kesin anlamamla ilişkimiz darbe aldı. Ben de bir daha parkta buluşmayı teklif etmedim. Neden böyle yaptım? Bilmem ki… Belki fark etmeden karşı tepki vermek istedim. Belki ben de biraz korktum. Belki de sözlerine ve çekincelerine hak versem de kalbim kırıldı, küstü, isteğini yitirdi. Buna rağmen her akşam, saat tam 6'da balkonun ışıklarını yakarak, o cam odasına (sarayına) gelmeyi, bakmayı çok sevdiğim şekilde oraya buraya koşturmayı, kulaklıklarından gelen müzikle saç uçurmayı ve nice kendine özgü hareket ile -istemesem de- beni heyecanlandırmayı sürdürdü. Ama ben de dönmedim. Kasım ayı geldiğinde (tam tarih isterseniz 1 Kasım'da) Whatsapp aracılığı ile 2 Kasım'daki yaş günümde evde olup olmayacağımı sordu. Heyecanla "Gelecek misin?" dediğimde olanaksız olduğunu söyledi, ama hava kararınca parkta buluşabileceğimizi ekledi. Ümit ve kaygı dolu haline karşı koyamadım, zaten pek fazla doğum günü kutlamam... İnadımdan vaz geçtim, görüşmeyi kabul ettim. Park bomboştu. Hava buz gibiydi. Ne işim var burada diye düşünürken eli kolu poşetlerle dolu şekilde geldi. Onu karşımda görünce -belki bir aydan fazla süren balkon şovları yüzünde bilenmiş isteğimin yönetiminde- hiçbir şey söylemeden -amiyane tabiri ile- onu ıslak çimenlere çektim. Ceketinin önünü açtım. Bedeni alev sıcaklığındaydı. O anda balkonda nasıl olup sürekli yarı çıplak halde oturduğunu anladım: Ruhu gibi vücudu da sıcacıktı. Gülümseyerek bana bakan yüzünü es geçtim ve ayaklarına uzandım. ÖZGÜR VE ÇAĞDAŞ BİR KADIN… MI? (Ayça) adlı hikayemde yazdım, kadın ayakları benim için çok önemlidir. Minik ayaklarını özlemiştim. Parkta buluştuğumuzda ayakkabılarını çıkarttığımda kimi zaman ayakları topraklı olurdu. Bunun nedeni o dönemlerde mevsim bahar olduğu için apartmanın bahçesine inip yalın ayak çiçekle uğraşması ve bana farklı manzaralar sergilemesiydi. Örneğin sekizinci kattaki dairemden ona işaretle kendini çiçek suladığı hortumla ıslatmasını söylediğimde kahkahalar atarak isteğimi yerine getirirdi. Çizmelerini çıkartıp bu kez temiz olan ayaklarını ellerime aldım, sonra kemiklerini kırarcasına sarıldım. Ona olan açlığımı orada, parkın kuytu köşesinde, koşullar el verdiğince giderdim. Ortam sakinleşince o şen ve canlı hali ile ayağa fırladı; elime getirdiği paketleri tutuşturdu ve "Beni kandırdınız yine Altar bey" dedi ve ekledi, "çok geç kaldım. Kızım beni aramaya çıkmadan gideyim" dedi… İtiraz etmeme vakit bırakmadan kaçıp gitti. Eve gelince açtığım paketlerden armağanlar, elleri ile yaptığı kurabiyeler ve bir de minik pasta çıktı… Mumları da olan bir doğum günü pastası… Hepsi özenle hazırlanmış, paketlenmişti. O doğum günümde bir apartmanın en üst katındaki dairede yaşayan bir hanımın ışıklı balkonu karşısında doğum günümü kutladım. Pastamı pencere önünde kestim, mumumu üfledim… Birbirimize yine parçalar yolladık. O, ışıkları kısıp bir tül perdenin gerisine saklanarak, ben tam cam önünde dans ettik. Belki ben de Cam dağındaki billur sarayın prensesine'e erişemeyen serüvenci prenslerden olmuş, dağa tırmanamamış, uzaktan bakmakla yetinmek zorunda kalmıştım ama çocukluğumun kar küresindeki kraliçesi ile -bu kez reelde- uzaktan uzağa da olsa edebilmiştirm. Çok güzel bir doğum günüydü. Hem öncesi... hem sonrası... O günün ve geçmiş günlerin anısına ona dans eden bir çifti betimleyen bir biblo yolladım. 5. Bölüm: ÇOCUKLUK YARALARI ve DEMİR PERDE O günden sonra bir çeşit barışma olmuştu aramızda. İlişkimiz ilk gündeki gibi "karşıdan karşıya" ile sınırlı olsa da yazışıyor, parçalar paylaşıyorduk… ve gece yine önceki bölümde anlattığım gibi ışıkları kapatıyordum. Bu düzen giderek standartlaştı; evde oturma günlerim aşırı arttı. Ama hayatım doyumluydu. Arada eve zaten konuğum(!) gelmekteydi. Ve de her hafta iki kez yayınım vardı. (Bu günlerde perdelerim kapalı olsa da o aldırmazdı; çünkü ne gibi işlerim olduğunu en baştan söylediğim için bu durumu kabul etmişti. Bu günlerde o da annesini ya da büyük kızını ziyarete gitmekteydi.) Anlayacağınız "balkon ilişkim" nedeniyle dışarı çıkacağım zamanlarda artık evde kalıyor olsam da gayet mutluydum. Bu garip düzenin mimarı ise bütünü ile oydu. Dünyanın ucundaki fenerin sahibesi… Hiçbir prensin tırmanamadığı Cam dağındaki billur sarayın prensesi… Kar küresinin ancak düşlerle özgürleşen tutsak kraliçesi… Mary Poppins'in akrabasının küçültüp porselen saraya yerleştirdiği kadın… Bir anlamda hepsini karşımdaydı. Dahası; bu hanım orada olmakla kalmıyor, ne yapıp ediyor, beni hem eğlendiriyor, hem heyecanlandırıyor, hem de mutlu kılıyordu. Sonra yaz geldi. Beni parka çağırdı yine. Söyleyeceği önemli bir şey vardı. Gitmek istemedim. Görüşünce her şeyin karmaşıklaşacağı ve düzenin bozulacağı gibi bir düşünceye sahiptim. Buluştuğumuzda yanılmadığımı anladım: Kötü bir haberi vardı. Yazlığa gidecekti. Dört ay boyunca yoktu. Veda etmek için gelmişti. Aklıma hançer gibi ondan ayrılacağım değil, "Işıltılı balkon olmayacak" düşüncesi düştü. Kulağa garip gelse de bu durum beni sarstı. Koca adamdım. Görmediğim şey kalmamıştı bu hayatta. Duygularım kayış bağlamış olmasa da, hala gayet de canlı sayılsam da, kolay sarsılan biri de değildim yıllardır. Ama sanırım Mary Poppins'in akrabasının küçülttüğü kadın, cam dağının tepesindeki prenses, kar küresindeki kraliçe ve dünyanın ucundaki fenerin bulamadığım sahibesi şeklindeki alanlar beynimde onun ışıklı balkonu ile özdeşleşmiş, benim için mutluluk kaynağına dönüşmüştü. Ertesi sabah balkonun, önceden varlığından haberdar olmadığım storlarla kaplanmış olduğunu gördüm… tıpkı bir demir perde gibi! Feci bir görünümdü. Bu aslında son derece olağan görüntü beynimde "ümidin, pırıltılı mutlulukların, neşe dolu anların, sevinçlerin sona erdiği" olarak algılandı. Tutsaklık dolu çocukluğumun acıları onları tıktığım mahzenlerden bilinç yüzeyime akın etmeye başladılar. O eski esaretin yaraları hala canlıydı! Kendimi tutamadım. Öfkeyle telefon açtım. Ağzıma geleni söyledim. Ağır saçmaladım. Şaşırdı doğal olarak. Beni bir BDSM Master'ı olarak tanımıştı. Arada ne ölçüde yakınlık bulunsa da, adının gerisine daima "bey" eki konularak, "siz" şeklinde hitap edilmesini, mesajlarda adının büyük harflerle yazılmasını talep eden, beklediği hizmetin dizler üzerinde ifa edilmesi gerektiğini söyleyen adam saçma sapan bir şeye takılmış; dengesiz, yarı-kaçık şekilde konuşmaya başlamıştı. Halimdeki acayipliğe bir anlam veremediğini, epey de tedirgin olduğunu, hatta korktuğunu fark ettim; benden an-be-an uzaklaşmakta olduğunu sezdim. Artık yapabileceğim tek şey beynimi -sırlarımı, korkularımı- açmaktı. Ona her şeyi anlattım. Cam dağındaki prensesin ve kar küresindeki kar kraliçesinin çocukluğumdaki baskılardan kaçışım olduğu itirafları ile başladım, bu imajın erişkinliğimde bunaldığımda dünyanın ucundaki fenerde beni bekleyen kadın mizansenine dönüştüğüne vardım. Sonuçta hepsinin cinsel hayatıma süsleyip püsleyip ışıltılı bir saraya kapatacağım istekli esir kraliçe şeklinde yansıdığını anlattım. Ve en sonunda, onun dairesinin beynimdeki yarattığı etki ile sözlerimi bitirdim. Tüm karizmam sıfırlanmış, bulutlar üzerindeki iktidar tahtımdan sıradan ölümlüler arasına inmiştim. Artık bir efendi değil; korkularla, acz ile dolu normal bir insana dönüşmüştüm. Master'ı geç; ataerkinin hepimizin üzerine yüklediği gerçek dışı "erkeklik rol-modeli"nden bile güçsüz bir varlık. Uzunca süre hatta sessiz kaldı. Her bir saniye ruhuma kaygı zıpkınları saplayarak yıllar gibi geçti. "Nefret etti benden" diye düşündüm. "Bir MAster'dan düştüğüm yere bak! Tanrım, lütfen beni küçümsemesin!"
Oysa kaygılarım boştu; çünkü "Lütfen üzülmeyin" diye mırıldandı; "bir şeyler yapacağım." Soğumamıştı benden! Sevinç içinde sordum: Cevap vermedi. Bıkkınlıkla "Sana yazlığına bol eğlence dilerim" diye konuştum ve ahmakça ekledim: "Sandığın kadar aciz değilim. Başa çıkarım." Ve yanıt beklemeden telefonu kapattım. Altın sarayda tutsaklıkla geçen ergenliğimden beri hissetmediğim bir yalnızlık duygusu korkutucu şekilde her yanımı sarmaya başladı. Ne olmuştu bana? Bütünü ile mantıksız bir acı ile doluydum. Acının mantığı olur mu? Olabilir. Sizi üzen şey reelde, gerçekten üzücü sayılabilir. Ama beni bu kadar sarsan olay doğru dürüst tanımadığım, üstelik benimle çok yakın ilişkisi bile bulunmayan, kendi hayatı olan bir kadının yazlığa gitmesi ile sınırlıydı. Beyinde çocuklukta acılarla mıhlanan alanlar nasıl da adamı otomata çeviriyordu. İnanılmaz bir zayıflık ve tanımadığım bir çaresizlikle dolmuştum. Bütün yaşıtlarım gezip eğlenirken, kitaplarla sarılı bir düşler sarayında yıllar yılı yaşamak zorunda olmak kolay değildi… hele ki benim gibi bir "sivri kimliğin" yaşaması… Ve bunu olağan görmek zorunda kalmak… Kapıcımız "Sizinkiler seni bir yere bırkamıyorlar" dediğinde paniğe kapılıp "Hayır, ben gitmiyorum" diyecek kadar… hayatta kalmak için Stockholm Sendromunda olduğumu yıllar içinde anlamıştım. O gece evde kalamaz, o storlu balkona bakarak içemezdim. Erkenden çıktım. Sevdiğim -bizden- bir arkadaş ile güzel bir akşam geçirdik. İçtik… konuştuk… Dünyayı kurtardık. Hanımları kestik (bakıştık anlamında). Özlem dolu duygularla yüklü espriler patlattık. Kahkahalar içinde saatler eridi bitti… Ve dönme vakti geldi. Eve yaklaştığımda o yoğun hüzün, yalnızlık duygusu ve tutsaklık korkusu yine beni ele geçirmeye başladı. Beyniniz değiştirmedikçe nereye giderseniz gidin, gittiğiniz yere kendinizi de taşıdığınız için negativiteyi geride bırakamazsınız. Benim için de korkunç gece başlıyordu.
Geceler insan dostudur. Uykuda beynin ulaştığı delta dalgaları doğal şifanın, ya da ilahi senkronizasyonun, belki de beynin iyileştirici gücü aktivasyonunun adresidir. Oysa gün boyunca yaptığımız yanlışlar (daha doğrusu; beyne bebeklikten yüklenen ve kültür tarafından sürekli güçlendirilen ataerkil doğrular yüzünden yaptığımız yanlışlar) bu kutsal saatlere bile sızıp bize kötü düşler gördürürler. Uykumuzda iyileşiyor olsak bile, iyileşirken bile, kendimizi sıkıntıya itmeyi başarırız. Benim için de o gece -çocukluk yaralarımın var ettiği hata dolu beyin alanları, yani thought patternlar yüzünden korkunç geçecekti.
DİP NOTLAR |
Ana Sayfa | Altar Kimdir? | Kitapları | Yazıları | İletişim |
Dizayn: Altar-Stil Team - İçerik: Altar Baykal | Copyright © 2023 - |